21 Eylül 2011 Çarşamba

bugün dünyanın en güzel varlığı dünyaya gelme kararı almış, yıllar önce.



onu gördüğümde "ondan daha güzel bir varlık karşıma çıkmayacak" dedim. hala ısrarcıyım bu düşüncemde çünkü 4 yıldır ondan daha güzel kimse çıkmadığı gibi, her yıl yeni güzelliklerini fark etmeye başladım. hani derler ya, insanın tek dostu kendisidir diye. benim tek dostum o, o da benim. ona sarıldığımda kimse yokken yalnızlığınıza sarılırsınız ya, bir ruha sarılırsınız hani, işte onun bedeni o ruhu taşıyordu. canlandı o ruh, görebildim gözlerimle, dokunabildim ona, sarılabildim sıkıca ve öpebildim onu. işte onu bıraktığım andan itibaren ruhsuzlaştı bedenim. onun bedeninde ikimizin ruhu sevişmeye başladı. onunla yan yana olana kadar boş bir beden olarak yaşayacağım hayatımı. ama mutluyum çünkü ruhlarımız bir arada, istedikleri zaman, istedikleri yerde sevişebiliyorlar onun bedeninde, jim ve bfl şarkıları eşliğinde.

en yakın zamanda bu pastayı sadece ikimizin bitirebilmesi dileğimle karıcığım.

22 Haziran 2011 Çarşamba

absürt edebiyat: sosyal değil duyarlıyım.


çevremin geniş olduğuna bakmayın, asosyalin önde gideniyim ben. telefonlara cevap vermem, kimseyi bir yere çağırmam -çünkü ben de evden çıkmam- çağırdıkları zaman eğer bana ihtiyaçları yoksa eşlik etmemeyi tercih ederim. hatta bünyem bile artık asosyalliğime itaat etmeye başladı. sırf kimsenin davetine “geleyim” diyememem için dandik dandik rahatsızlıklar çıkarıyor. 
mesaj geldiğinde “umarım operatördendir” derim herkesin aksine. 
okul arkadaşlarım beraber kaçıp bir yerlerde eğlenirken ben eve gider filmimi izlerdim.
çoğu genç dünya turuna çıkmak, diskolarda konserlerde eğlenmek gibi eğlenceleri isterken ben küçük bir klübede yaşamak isterim.
ama yapamam, onca insanın bana ihtiyacı varken elime kahvemi alıp keyfime bakamam.  
bu yüzden birinin bir şeye ihtiyacı olduğunda o ortamda ben varsam büyük bir özenle avımın üzerine atlarım. önce kendimi ona benzetir, onu anlar, sonrasında psikolojik yardım ederim. bu yüzden sosyal ortamlardan hiç uzak olamadım, çünkü o kadar çok aç yavru kurt var ki, büyüyüp diğerlerine saldırmasınlar diye henüz küçükken kendi etimle beslerim onları. e tabii ben de yıpranırım, çok günler gezdim kemik ve kas yığını olarak ama yenilendim. yeni bir aç yavru kurt buldukça yenilendim. 
fakat…
şu son avladığım yavru bir kurt değilmiş. sadece tüm çevresini yalayıp yutan bir cüceymiş. acı acı uluyuşlarına kanıp yaklaştım, gördüm, minicikti, hatta gördüğüm en tatlı yavrulardandı…
hemen klübeme alıp besledim biraz. çok çabuk acıkıyordu ama çabuk da büyüyecekti. yedirdim yedirdim, normalde etlerim tükendiğinde çoktan büyümüş olurdu kurtlarım ama bu büyümedi. ağladım, “artık seni doyuramıyor muyum” dedim, kemiklerimi verirsem doyacağını söyledi. kıyamadım, öyle güzel bakıyordu ki gözleri… 
verdim, iliklerime kadar yedi beni. en sonunda iç organlarım, onları koruyan kemiklerle kala kaldılar. acı çekiyordum, ama büyümeden gitmesine gönlüm el vermiyordu. onun yüzünden dışarıda uluyan bütün yavru kurtları karanlığa bırakmıştım. 
bir gün gözlerimi açtığımda gitmişti. 
ilk gidişinde onu bulana kadar dolaştım  o halimle. buldum da sonunda…
eve döndüğümde. 
yatağıma uzanmış keyif yapıyordu. çok mutlu bakıyordu gözleri, hiçbir şeye ihtiyacı yok gibiydi. mutlu oldum, büyüyor diye sevindim ama birden gözleri doldu ve “açım” diye bağırdı bana. onunla beraber ben de ağladım, sarıldım, ısırdı, karaciğerimi bitirdi ilk, sonra midemi, sonra bağırsaklarım, böbreklerim… 
“auuu” “auu auu” “au au au auuu”
minik, minik yavrular… bir sürü minik kurtlar… ben ben bunu büyütene kadar kim bilir kaç yavru öldü! ne yaptım ben? hem kendimi tükettim hem dışarıdaki yavruların ölmesine ve vahşileşmesine sebep oldum hem de bunların hiçbiri bu cüce kurdu büyütmeme yaramadı. 
başım çok ağrıyor.
gitti. zor da olsa gitti. öyle bir attım ki evimden, bir daha gelemedi. 
ben mi? tükendim evet. ama hala beynim ve kalbim duruyor. hala vücudum yenileyebilir kendini de etlerin yenilenmesi kadar hızlı olmuyor bu yedirdiklerim… zaman gerekiyor biraz. yeniden besleyebilmem için, yeniden tamamlanmam gerekiyor.
bu yüzden bu aralar biraz kabuğumun altına çekileceğim. 
yarın beni deli gömleğine sarıp sokacaklar beyaz badanalı hücreme.

29 Nisan 2011 Cuma

Bilinçaltı Kusmukları (1)



Kendinizi aşklarınızla ne diye kandırıp duruyorsunuz?
Bir kişiye ait olmadık hiçbir zaman.
Bir kişiye ait olmak için yaratılmadık.
Bir varlık olduk hepimiz; ikimiz değil, ikiniz değil, hepimiz...


Ben, sende onu ararken kaybettim kendimi; güzelliklerinde.
Onun her güzelliğinde sana hayran oldum, sana bağlandım.
O sihirli ipten yok ki fani dünyada.
Bir taraf isterse kesebiliyor bağı kendi makasıyla.
Ya da kopuveriyor işte, ip bu sonuçta.


Hepimiz bağlıyız aslında bir bütüne.
Fark edemediğimizden parçalarla uğraşıp duruyoruz.
Çok kenarlı yapboz parçacıklarıyız, 
bir tarafımıza uyanı bulduk mu yapışırız.
Halbuki ne bu acele?
Rüyanın sonunda birleşeceğiz hepimiz, 
dönüşeceğiz büyük resme.


Hem ne kadar büyüğüz biz de boşluğumuz acıtıyor canımızı?
Kendimizi o sandırıyorlar bize, büyütüyoruz gözümüzde,
Her göz göze gelişimizde, yanıyor canımız tek başınalığımızın hiçliğiyle.


Fark etmeliyiz aslında...
Biz zaten bir bütünüz henüz birleşmemiş olsak da.
Parçaların ayrı olması 
O bütünün varlığının olmadığını gösterir mi?
Varız işte,
Bir bütünüz hepimiz.


Küçücük parçalarız, bu yakınmalar niye?
Tüm parçaları bulmaya gücümüz yetmezken
İçimizdeki eksikliği bulmaya çalışmak niye...


Parçalara zarar verdikçe resim kusursuzluğunu kaybeder.
O her kusuru düzelttiğinde bize acı olarak döner.
Rüyadayken canımız bu kadar yanabiliyorsa,
Uyanınca nasıl katlanacağız bunların sonucuna?

28 Nisan 2011 Perşembe

ben küçükken


Kibritçi Kız masalını defalarca okuyup, defalarca ağlardım.

annem her Ağustos Böceği ile Karınca'yı anlattığında ağlardım.

Kurşun Askeri her okuduğumda ağlardım.

her gece annemin ölümünü hayal edip ağlayarak uykuya dalardım.

"anne içimde büyük bir sıkıntı var" deyip yine ağlardım.

yıpranmış, bozulmuş bebeklerim kendilerini kötü hissetmesinler diye hep onlarla oynayıp "siz üzülmeyin ben en çok sizi seviyorum" deyip ağlardım.

sokaktan gelen yavru kedi ve köpek çığlıklarına sesleri kısılana kadar ağlar, onları eve alırdım, bulamadıklarım için ağlamaya devam...

Winnie The Pooh  izleyip her bölümünde bir de Eeyore için ağlardım.

falan filan


Alice Sıradanlıklar Diyarında (1)




Alice bir şeyler zırvaladı ve Tırtıl Absolem; "sen fazla film izliyorsun galiba" dedi.

-Evet efendim, fakat bunun nesi kötü anlamış değilim.

-Filmler gerçek değildirler, hayal ürünüdürler. Senin bahsettiklerin de gerçek dünyaya uygun düşecek fikirler değildi. Ancak filmlerden etkilenip bu tür fikirlere sahip olabilirsin.

-Ben bu görüşünüze katılmıyorum efendim. Çoğu film aslında gerçeğin ta kendisidir, hayatın içinden gelir. Bilim kurgulardan bahsederseniz eğer, onların da çoğu birkaç yıl sonra gerçekleşir. Sanırım siz bana "sen fazla fantastik film izliyorsun" diyecektiniz.

-Hayır, Alice. Sen kaç yaşındasın?
-17 efendim.

-Ben ise 48. Sen bu yaşına kadar gerçek hayattan uzak kaldın Alice. Hep kafanda uyarladığın bir dünyada yaşamayı planladın. Hayal ettin hep, büyüyünce filmlerdeki gibi büyülü bir hayatın olacaktı. Farklı, eğlenceli, dahice bir hayat. 17 yaşına geldiğine göre artık öğrenme vaktin gelmiş demektir.

(nargilesinden derin bir nefes çeker) öhhü öhhü...

-Neyi öğrenme vaktim efendim?

-Hayatın kafandaki gibi olmadığını Alice! Bir filmin içinde yaşamadığını, ya da bir masal… Aslında doğduğundan beri aynı sıradanlıkla büyüdüğünü, herkes gibi olduğunu, herkes gibi sıkıcı bir hayatın içinde yaşadığını, monoton, sıradan, büyüsüz bir hayat…



Alice bir kelime dahi çıkaramıyordu ağzından. Hayatında ilk defa gördüğü bir tırtıldan ders alıyordu. Bu ne cürret! Hem sinir hem de korkuyla dolmuştu Alice’in kalbi, hızlı hızlı çarpıyordu. Tırtılın bir an önce susmasını istiyordu ama tırtılın duracağı yoktu. Alice’ten bir cevap almadan devam etti konuşmasına.



-Evet Alice, hayatın kafandaki hayatla hiçbir alakası yok. Bugün bir evlilikten kaçtın, fakat oraya döndüğünde evlenmeyi kabul etmezsen üniversite kazanmak için bütün bir sene çalışıp, sınavlara gireceksin.

Bu sınavlardaki başarına bakarak seni, senin tercihlerin doğrultusunda bir üniversiteye yerleştirecekler. Bu üniversitede seçtiğin mesleğe sahip olmak için 4-5 sene çalışacaksın. Yine sınavlara girip atamaların yapılırsa bir meslek sahibi olacaksın.

Çok geçmeden ya senin sevmediğin sana tapan bir adamla ya da seni kandırıp kendine aşık eden çıkarcı bir adamla evleneceksin. İkiniz de her gün işlerinize gidip geleceksiniz, akşamına yorgun düşeceksiniz ve hiçbir şey yapmadan her gününüzü bu şekilde öldüreceksiniz. Peki ya ne için? Para.

Bugün sen neyden kaçmıştın Alice? Zengin bir kocadan değil mi?

Şimdi evlenmezsen, kendini 7-8 sene daha fazladan yorup, yine aynı duruma düşeceksin.

Öhhööö öhhöö öhhö…



Alice burada daha fazla kalmak istemiyordu, yaşlı tırtılın yanından hemen uzaklaşmak istiyordu…



Bir dakika geçmeden bir şey oldu ve Alice aslında uzaklaşmak istemediğini düşünmeye başladı.

Evet, uzaklaşmak da istemiyordu. Bu sıkıcı tırtılın yanından gitmek bile istemiyordu artık.

Hemen yanında biten böğürtlenleri konuşmaya başlamadan önce büyük bir hevesle yemek isterken artık hiç de çekici bulmuyordu onları. Tırtılın ağzından çıkan kavunlu nargile dumanı “beni içine çek” demiyordu artık, Alice yere uzandı.

Gökyüzüne baktı, karanlık bulutlar boğucuydu; rahatsızlığına karşı hiçbir eylemde bulunamadı.

Ölene kadar burada yatıp, kıçını büyütebilirdi artık…



19.ağustos.10

Çamur

"Ben senin gibi bencil değilim." diye bağırdı Mavi. Aslında kendi konuşmuyor gibiydi. İçindeki acı pıhtılaşıp bir canavar yaratmıştı ruhunda. İşte o canavar konuştukça ağzını kapalı tutma şansı yoktu, çünkü pıhtı ruhunu dudaklarına kadar kaplamıştı.


Mavi, huzur verici ve özgür benliğinden kopup kocaman bir acı pıhtısı haline gelmişti artık, kirlenmişti. Güzelliğini kıskanıp çamur attılar üstüne, belki de saflığından "kusursuz olabilecek kadar yücelmedim" diye düşünüp gördüğü her çamura attı kendini. Halbuki Mavi, gökyüzündeydi, denizdeydi; karada değil.


"Keşke uyumayıp gece olsaydım" diye düşündü Lacivert'e özenerek. Ama uyumayacak kadar güçlü olmadığını biliyordu, çekmeliydi gün ışığının aydınlığını. Oysa Güneş'ten hep kaçardı, bir olmayı beceremezdi onunla. Çamurla örttü sonunda yüzünü, Güneş'ten kaçabilirdi belki de böylece. Bunu görünce Güneş "Ben doğduğumda buraya gelmiş olmazsan üstündeki çamurların suyunu kurutup seni çamurdan bir heykele dönüştüreceğim!" diye bağırdı.


Mavi üzülmüştü ama ısıtmıyordu bedenini Güneş, beslemiyordu varlığını. "Güneş orada benim için boşuna duracağına bana zarar versin." diye düşünüp kabul etti anlaşmayı. Artık değdiği her çamur bedenine yapışacaktı.


Uçarak ayrıldı Güneş'in yanından, Ay'ın aydınlığında aradı çamur birikintilerini... Bulduğu her çamura attı kendini, her birine aşık oldu, her aşık olduğunda Güneş aldı yanına onu, gün doğumu...


Ağlıyordu her ayrılışında, ıslatıyordu toprağı... yani, kendi oluşturuyordu aşık olduğu çamurları. Belki de onu çeken kendi emeğiydi ama fark etse de bilmezden geliyordu bunu, inanıyordu; çamur birikintileri de onu seviyordu.


Bir gece daha fazla dayanamayıp uyuyakaldı bir çamur birikintisinde. Uyandığında gün doğmuş ve Güneş yanına almamıştı onu. Bu şaşkınlığı üstüne ilk defa bir çamur hareket etmişti, saçlarını okşuyordu. Hem Güneş yanına almamıştı, hem de Çamur saçlarını okşuyor, yani ona ilgi gösteriyordu. Artık Mavi Çamur'un da onu sevdiğine iyice inandı ve sıkıca sarıldı ona.


"Güneş bile izin verdi bizim aşkımıza!" diye bağırdı Mavi, onca sıkıntının ardındaki mutlulukla. Bu bağırışla Çamur çekti ellerini Mavi'nin üstünden, gözüne kestirdiği ilk bataklığa attı kendini. Mavi'nin bağırışlarına bir kere bile dönüp bakmadı Çamur. Mavi ağlıyordu hıçkırıklarla ama gökyüzünde olmadığından yaş gelmiyordu gözlerinden artık, yeni bir çamur birikintisi bile yaratamayacaktı bu yüzden.


Mavi ağlayarak koştu peşinden Çamur'un: "Sensiz bir hiçim ben, senin için kaybettim tüm maviliğimi, bunu bana yapamazsın, bırakamazsın..." Duymuyordu Çamur, çoktan tıkamıştı kulaklarını bataklığın kızıllığında.


Bütün rengini kaybederek çamurdan bir heykele dönüşmüştü Mavi artık. Yukarı baktı; Güneş'e, bulutlara, gizlenen yıldızlara ve Ay'a. Hepsi mutluydu orada, yeni maviler gelmişti yanlarına. Öyle mutluydular ki hiçbir mavi ağlayamıyordu, akıtamıyordu göz yaşlarını bulutlardan, yıkamıyordu Mavi'nin üstündeki çamuru. İşte o anda anladı Güneş'in onu o sabah neden yanına almadığını; görememişti Güneş, Çamur'un içinde kaybolmuştu Mavi. Zaten Mavi de Güneş'in onu yanına almasını istemiyordu, mutlu olamıyordu orada. Çamur'u bulmayı Umut etti ve attı kendini bataklığa."Belki de burada karışırım Kırmızı'ya, beni onla seversin." diye düşündü Mavi. Kırmızı'yla karıştıkça moraracaktı halbuki. Çamur'un saf Kırmızı'yı sevdiği aklına bile gelmedi Mavi'nin, oysa Kırmızı da Çamur'u seviyordu.


Mavi Güneş'i sevmeli, bir ışın parçası koparıp ona aşık olmalı, o söndükçe uyumalıydı. Gelen tüm ışınları tepti oysa ki, her gece aşkını bulmak için yeryüzüne indi... ve şimdi bir bataklığın içinde buldu kendini.


Kırmızı'yla karıştıkça morardı, morardıkça kirlendi içi. Ağzını açtı bir daha bağırmak için Çamur'a, çıkmıyordu sesi. Yine de Umut yanındaydı Mavi'nin, bulacaktı Çamur, Kırmızı'nın peşinden giderken Mavi'yi. Özlemişti o da Mavi'nin huzurunu, Kırmızı'yla özgür de değildi zaten. Aslında Çamur'un istedikleri bunlar değildi, bunu hiçbir zaman getirmedi aklına Mavi. Uyuyakaldı Umut'un kollarında, Çamur'un bataklığında.


Uyandığında çok garip hissetti kendini. İçindeki acı kulaklarından ve gözlerinden dışarı çıkmaya çalışıyordu sanki, yakıyordu tüm bedenini. Boğazına kadar gelmiş, tüm ağzına yayılmıştı acı.


"Keşke patlasam bir an önce." diye düşündü Mavi, ama ölmeyecekti daha Güneş'le olan görevini tamamlamamıştı hâlâ. Etrafına baktı ve vücudunu çepeçevre saran Umut'u görebildi sadece. Birden ağzı açıldı: "Ben senin gibi bencil değilim." diye bağırdı Mavi, istemsiz söylemişti bunları ve "Sana olan aşkımı yaşatmak için seni bulmama gerek yok, varlığını bilmem yeterli." diye de ekledi hemen ardından. İçindeki pıhtı konuşuyordu artık. Silkti üzerinden ona sımsıkı sarılı olan Umut'u, Umut bataklığa düşüp boğuldu.